Sosyal izolasyon nereye kadar sağlıklı?

Sosyal izolasyon nereye kadar sağlıklı?

Yıllar boyunca kalabalıklar içinde yalnız olmayı, tek başınalığı, sosyal izolasyonu Batı toplumlarına, özellikle Amerikan toplumuna ait bir özellik olarak benimsedik. Onların aile değerleri zayıftı, bizimki ise yüksek; onların destek alıp konuşabilecekleri kimseleri yoktu, biz ise çevremizdeki herkese derdimizi anlatabiliyorduk; onlar huzursuzdu, biz ise huzurluyduk…Bir başka deyişle, bizler birbirine daha kenetlenmiş, daha sıcak, daha samimi bir toplumduk “onlar”a kıyasla.

 

Ancak şimdilerde, bu durumun en azından büyük kentlerde değişmeye başladığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Uzun iş saatleri, iş yaşamının getirdiği stres faktörü, çok fazla sorumluluk taşımak ve limitlerin üzerine çıkmak, kişilerin çok fazla yorulmasına, yıpranmasına yol açıyor. Bu da, iş dışındaki zamanı mümkün olduğu kadar kendimize dönük geçirme ihtiyacını beraberinde getiriyor.

 

İnsanoğlunun antropolojik gelişimine baktığımızda, avcı topluluklarda herkesin 100-150 kişiyle bir arada, yaşadığını görmekteyken, 2000li yıllarda ise yalnız yaşayan, evini, dış dünyanın olumsuzluklarından uzaklaşabildikleri bir sığınak olarak gören kişilerin sayısının giderek arttığını gözlemleyebiliyoruz.. Metropollerdeki tüketim alışkanlıklarına baktığımızda ise, bu sığınakların bir nevi “kale” olduğunu da fark ediyoruz: Her türlü konforun önem kazandığı, en iyi bilgisayarların, en büyük ekranlı TVlerin, en güçlü ses çıkaran ev sinema sistemlerinin, en büyük kotalı internet bağlantılarının, çocukların ve içindeki çocuğa kulak veren yetişkinlerin vazgeçemediği oyun konsollarının ve buna benzer türlü keyif araçlarına bağlı bir yaşam alanı…Artık hangi cep telefonunun bizi daha başarılı “izole edeceği”ne göre alışverişlerimizi yapıyoruz: Daha rahat e-mail almak ve göndermek mi, yoksa internette daha rahat surf yapmak mı?!

 

Ruh sağlığımızı korumak için aslında bir dengeye ihtiyacımız olduğunu düşünürsek, bu çok da yanlış bir eğilim değil belki de. Yaşamın içindeki yoğunluk ve karmaşaya karşılık  sessizliğimize ve iç dünyamıza kulak vermek..Salt keyif için, kendi içimizdeki o hedonist varlığı şımartmak..Ancak bu dengenin içine sosyalliğimizi katmadığımızda, yaşamımız artık tek-yönlü ve kendine dönük bir hal almaya başladığında, bu durum artık bize zarar getirmeye başlayabiliyor. Ünlü sosyolog Robert Putnam kitabı Bowling Alone’da, kendi boş zamanınıza ayırdığınız fazladan 10 dakikanın, sosyal bağlarınızı %10 oranında azalttığını belirtiyor. Sosyal yanımızı,  neşemizi ve hüznümüzü paylaşmayı yaşamımızda en aza indirmeye başladığımızda ise, bunun bedelini, psikolojik bozukluklar yaşamakla ödeyebiliyoruz . Örneğin, yalnız yaşayan biriyseniz, ve yaşam döngünüz iş-ev-iş-ev olmuşsa, sosyal olarak kendi içinizde, kalenizde yaşamak sizin için tek “doyum” noktası haline gelmişse, depresyon, duygusal yeme sendromu, uyku sorunları gibi çeşitli psikolojik sıkıntılara davetiye çıkarıyor olabileceğinizi hatırlamanızda yarar var.

 

Sizin yaşamınızdaki dengeleriniz nasıl? 

 

İyi dileklerimle, 

Uzm. Psk. İlknur Yılmaz

 

 

1 Comment

  1. A

    Gerçekten çok güzel bir yazı olmuş ellerinize sağlık.

    Hayattaki tüm çabalarımızın (okumak, çalışmak) nedeni mutlu omak ise bizim gözden kaçırdığımız nokta bunu insanlarla ilişki kurmadan yapamayacığımızdır çünkü İnsanlarla ilişki kurmak içimizdeki sıkıntıları atmamızı sağlar, bizi değerli hissettirir ve serotonin seviyemizi yükseltir.

    Yeditepe Üniversitesi Pdr 3. Sınıf öğrencisi

Yorum Bırakmak İster misiniz?

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.